8 Mayıs 2012 Salı

Mutluluk

,
Aslına bakılırsa insanın en kolay sahp olabileceği şeydir mutluluk. Durmaksızın şikayet ettiğimiz bir dizi olayı bir süre sonra düşündüğümüzde, aslında sinirlenip kızmaya değmeyecek şeyler olduğunu görürüz genelde.
Bazen trafik olmayan bir yol, bazen gülümseyen bir yüz ve bazen de yolunda giden önemsiz birkaç iş yetmez mi mutlu olmaya? Beklentilerinizin boyutları ve mutluluğunuz ters orantılıdır. Biraz da nasıl yaşamak istediğine bağlı insanın.
İşler yolunda gitmediğinde ben de her insan gibi çıldırabiliyorum. İçimden sakin olmayı telkin ettiğim anlar da bir işe yaramıyor ne yazık ki. İnsan iflah olmaz bir anti-pollyanna'dır aslında.
Çözüm önerisi sunmak isterdim, ancak sunabilecek önerilerim olsa önce kendim kullanırdım. Derler ya, kelin ilacı olsa... Ah şu biz. Yaşadığımız ömür birkaç saat gibiyken biz hala kızgınlık derdindeyiz.
Bir yudum da olsa güzeldir bardağın dolu tarafı.

Biçimsiz Mimarlık

,
Mimarlık oldum olası saygı duyduğum bir meslektir. Okuması da yapması da eğlencelidir üstelik. Tasarım kavramı en başta eğlenceli zaten.
Sokakta yürürken ya da araba ile giderken gözüme çarpan bazı binalar şehirlerin silüetinde ergenlik sivilcesi gibi duruyorlar. 
İstanbul'un Kadıköy ilçesinde manzara uzaktan bakıldığında güzeldi bir zamanlar. Haydarpaşa Garı ve Marmara Üniversitesi'nin tarihi binası arasında dalıp giderken inceden bir hayranlık beslerdim yaşadığım şehre. Şimdilerde ise rıhtımın ilerisine hangi şehir planlama mantığı ile inşa edildiğini anlamadığım devasa bir otel görüyorum. Diğer tüm binalardan yüksek ve Kadıköy'ün tarihi yapısından oldukça uzak olacak kadar modern. Sevemedim gitti...
Bir de peynir kutusu gibi inşa edilen sinir bozucu binalar var. Yıllarca eğitimini aldığınız bir mesleği icra ederken yeteneğinizi ve bilginiz ortaya koymanız gerekir, değil mi? Bunu düşünürken, bu tarz çirkin binaları çizenlerin diplomalarının kaynağını sorguluyorum. 
Evin en güzel bölümü olan balkonu projelerden çıkarmak nedendir, biri bana söylesin. Konfor uğruna, nefes almaktan vazgeçiyor insanlar.
Eğitim sistemimizdeki boşluklar, insanın zevkindeki boşluklarla birleşince ortaya çıkan yapılar bir şehrin manzarasının canına okuyabiliyor. Keşke bu kadar kolay olmasa. 
Başka İstanbul var mı?

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İstanbul Trafiği

,
     Bu şehrin halkı bilir yolda oyalanmayı. Hepimizin kulağında bir müzik çalar, elimizde bir kitap. Vakit yolda geçiyor, bilmeyen anlamaz ne kadar da sıkıcı olduğunu.

     Çözüm yollarından bahsediliyor. “Bakın biz bunu yaptık” diye reklam yapıyor sürekli belediyemiz. Reklamlarını gördükçe şen bir kahkaha kopuyor içimde. 1 saatlik ders için, 4 saat yol gidip geldiğimi biliyor mu acaba belediye? Bozuk olan yollarda, zaten çılgınca dolu olan otobüslerde ite kaka yolculuk yapmak ister mi acaba yetkililer? Hiç sanmıyorum.

     Metrobüs… İstanbul halkına kolaylık olsun diye yapılmış bir rezalet sürüsü. Öyle ilkel ki üstelik… Raylı sistem kurmak yerine mevcut araç yolunu daraltıp, araya da bir bant çekip bildiğimiz belediye otobüsünü koydular önümüze. Projeyi ilk duyduğumda dalga geçtiklerini düşünmüştüm ancak hayır, gerçekten de yıllardır tanıyıp bildiğimiz otobüsler bunlar. Trafikten bağımsız olduğuna inananlar varsa da, bilsinler ki o metrobüs bir kez durdu mu inip yürüyemezsiniz bile çoğu durakta. Sardalya gibi durursunuz olduğunuz yerde. Tutunmadan ayakta durabilmenin sebebi, düzgün yollarda yapılan rahat yolculuklar değil de düşecek kadar bile boş yerin olmamasıdır. İnsana insan gibi davranılmayan bir şehir burası tüm güzelliklerine rağmen.

     Hafta sonu herkes kendini sokaklara atıyor. Tüm haftanın bunaltıcı havasını içinden atıp derin bir nefes almak istiyor insan. Ama hayır, önce trafikte delirmeniz gerekli. Öyle istediğiniz yere bir anda varmanız için geceyi beklemeniz lazım. Şehrin uyuyup sokakların boşaldığı saati yani. Bir de tatilcilerin şehri terk etmesi ile boşalan yollar var tabii yaz boyunca. Tatile gidememiş olmanın ödülü olduğunu düşünüyorum.

     Bitmek tükenmek bilmeyen çilesinin yanında, alıştığımız bir döngü de var sanırım İstanbul’da. Kalabalık otobüslerin içinde köprüden geçerken, kalabalık sebebiyle köprü görülemese de bir mutluluk kaplar insanın içini.

     Dünyanın hangi yerinde okula ya da işe gitmek için kıta değiştirir insanlar? Güzel değil mi? Evet güzel.

Tatlı Krizi

,
     Bu yazıyı okuyan kadınlar çok iyi bilirler ki, literatürde adı geçmediği halde hepimizi zaman zaman tartaklayan bir tatlı krizi gerçeği vardır.

     Cinsimizin gerçekte sağlık belirtisi olsa da, aslında insanı hasta gibi hissettiren regl dönemi yaratıyor bu sıkıntıyı. Yataktan, rüyasında pastalar ve künefeler görmüş kadınlar kalkıyor. Düşünüldüğünde bir karikatürü andırsa da aslında oldukça dramatik bir mevzu bu. O an bütün ayakkabılarımızdan vazgeçebiliriz tatlı için. Ayakkabı önemli bir kıstastır, bunu erkeklere açıklayamayız ne yazık ki.

     Her pazartesi başladığımız rejimlerin karanlık yüzüdür tatlı krizi. Cinsi itibariyle, kısıtlı sayıdaki istisnalar haricinde tüm kadınlar kilo vermek ister. Tanrı tarafından ruhumuza eklenmiş bir eklenti paketi gibidir bu. Zayıflamak isteriz ancak mutsuz olursak tatlı yeriz, özel günlerimizde tatlı yeriz, mutluyken tatlı yeriz. “Tatlı krizi” bunlar için aramızda gizliliğini ihlal etmemek üzere anlaştığımız bir paravandır belki de. Kim bilir?

     Bizi mutlu etmek istiyorsanız, yüzlerce lira döküp atraksiyonlu hediyeler alacağınıza çikolata alın. Evet kadın ve çocuk ruhu birbirine çok benzer. Karmaşık olan kişiliğimizin minik pencereleri var elbet.

     Şimdi bir dondurma olsa…

Sizin Evin Halleri

,
     Beni sadece dışarıda görüp tanıyanlar evdeki şu halimi bilse eminim kafaları karışır. Normalde pek süslü ve bakımlı olduğumdan değil, evde çok paspalım. Hepimiz de öyle değil miyiz? Evde Adriana Lima misali kanat takıp gezenimiz var mı? Varsa ondan öğreneceğim çok şey olmalı.

     Başka insanlar bizi yorgun,bitkin ve halsiz görsün istemeyiz elbet. Markete giderken bile gözünden kalemi eksik olmayanları takdir etsem de onlardan olamadım bir türlü. İnsan bedenine doğarken eklenen minik bir eklenti ile olduğunu düşünüyorum. Okula pijamadan hallice olan eşofmanımla gittiğimde, benden önce gelip çayını içmekte olan makyajlı kız korkutuyor mesela beni. İşte o kızı evde görseniz hepiniz bir tuhaf olursunuz. Makyajı yokken tanıyamazsınız belki. Belki de doğuştan makyajlıdır yüzü, o derece özdeşleşme var. Düşünün.

     Var mı evde peri kızı gibi dolaşanımız? Varsa kendisinden özel eğitim almak istiyorum. Yani tabii ki ben de makyajımı yapıp oturabilirim evimde, ancak neden yapmam gerektiğini bilemem. İşin mantığında yani problem. En temelde.

     Sanırım bizi kimse görmediği sürece eşofmanlarımız ve bol bluzlarımızla rahat etmeye devam edebiliriz. Keyif bize ait değil mi yahu? Keyif çalan kapının ardında, ansızın gelen misafir ile karşılaşana kadar aslında.

Hain Pazar

,
     Bahsettiğim Pazar, semt pazarı değil tabii ki. Son tatil günü. Ertesi günün pazartesi olduğunu belirten, tatil olmasına rağmen insanın enerjisini tüketen bir gündür benim için. Sizin için nasıl?

     Genel çerçeveden bakınca, tatilimiz bir gün gibi görünüyor. Ertesi günün planını yapıp mutsuz olurken geçiyor aslında oldukça uzun bir vakit olan 24 saat. Zamanın, hızını kendine göre ayarladığı günlerden biri işte. Pazartesi işi olanın da olmayanın da yaşadığı Pazartesi sendromu kemirdi içimizi.

     Mümkün olmadığını bile bile stressiz bir hayat diliyorum kendim ve herkes adına. Ertesi günü düşünüp stres içinde boğularak yaşamasak keşke. Hayat Amerikan filmlerindeki mutlu aile tablosunun yaşadığı hayat gibi olsa keşke. Her gün Cuma, her gün Cumartesi… Mutlu olmak basit aslında.

     Arada bir de olsa bencil olmak gerekli. Yarını, işi, okulu unutup plan yapmadan çıkıp gezebilmek iyi gelmez mi hepimize? Durmayın, çıkın sokağa.

Üniversite Yılları

,
      İçinde barındırdığı her türlü zorluğa, bocalama hissine ve karmaşasına rağmen insan hayatının en özgür yıllarıdır benim gözümde. Hele bir de kendi ayaklarınızın üstünde durabilecek kadar para kazanıyorsanız, önünüzdeki 2 ya da 4 yıl boyunca patron koltuğu tamamen size aittir.

     Devamlı bir işte çalışmaya başlamadan önceki son “çıkış” öğrencilik. İlk ve ortaöğretimden farklıdır yaş münasebeti ile. Avucunun içinde duran senin hayatındır -çoğunluk için-. “Çoğunluk için” dememin sebebi de, çocuklarının büyüdüğünü bir türlü kabul etmeyen ailelerin varlığı. Birey olmaktan oldukça uzak bedenler yetiştiriyorlar insanlar. Her şeyi planlıyorlar.

     Bilinmeyen sebeplerle pek sevilmez üniversite öğrencisi bu ülkede. Birlikte bir organizasyon yapılsa mutlaka birkaç tanesinin çıplak olduğu düşünülür. Son derece trajik bir durumda hayatını kaybeden öğrenciler için de söylenmişti bu. “Yarı çıplak bulundular” Sen mi buldun?

     Keyfini çıkarmak lazım bu yılların. İnsan hayatının kendi adına saçmalayabildiği ve tüm saçmalıklarını “Ben öğrenciyim hala” diyerek kabullenebildiği bu tatlı yıllar ne yazık ki uzun sürmüyor. Üniversiteden mezun olmak, kazanmaktan daha kolay.

     Kötü bir örnek olduğumu bile bile, ağırdan alıp keyfini çıkarıyorum güzel günlerin. Sonu gelene kadar güzel olmaya devam edecek.

Tarih Kokan Duvarlar

,
      Kendimi bildim bileli eski eşya tutkum vardır. Son teknoloji ile inşa edilmiş binalar ne kadar metal yığını gibi geldiyse, eski ahşap evler de bir o kadar çekici gelmiştir. Bu sebeptendir ki arkeoloji ve restorasyon konularını seçtim meslek olarak.

     Tarihe saygı duyamıyoruz nedense. Dünyanın her yerinde, nerdeyse pamuklara sarılıp saklanan tarihi eser ve yapılar, ülkemizde kundaklanmaya çalışılıyor. Haydarpaşa Garı’nın başına gelenleri hepimiz hatırlıyoruz elbet. İstanbul’un en güzel manzarasına sahip yerinde bulunan bu nadide yapı “ihmal” sonucu neredeyse kül oluyordu. “İhmal” dile kolay.

     Hayat anılardan ibaret aslında. İstiklal Caddesi’nin üstündeki tarihi taş binaların dili olsa da gördüklerini anlatsa bizlere. Kimsenin daha önce içinde yaşamadığı, enerjisi olmayan mekanlarda yaşadıkça, yaşamaya çalıştıkça kuruyoruz. Kapısı otomatik açılan asansörler yerine, aşınmış taş merdivenlerin güzelliğini görebilse herkes... Sanat anlayışımız bile o kadar “ucube” ki, anlamamız imkansız.

     Söylediklerim sizin için bir şey ifade etmiyorsa, sadece bir kez tarihi yarımadayı gezmenizi öneririm. Alışveriş merkezlerinin içinde havasız geçirdiğiniz tüm günlerden daha güzel olacaktır.

Kadınsal Teknoloji

,
     Geçtiğimiz gün yaptığım bir telefon görüşmesinde fark ettim ki kadınların teknolojik ürünleri kullanması için zihinlerde bir sınır var. “Bayan bilgisayarı” diye bir kavram oluşmuş mesela, haberim yoktu.

     Aynı okullara gidip aynı dersleri alarak, aynı diplomalara sahip olabilen kadın ve erkek cinsi nedense hala ayrılıyor birbirinden insanların gözünde. Bayan bilgisayarı nedir yahu? Çünkü biz anca internete girip sohbet ederiz, siteler arası gezip kıyafet modellerine bakarız değil mi? Çok yanılıyorsunuz.

      Kendine güvenmekten geçiyor bence her şeyin yolu. Ataerkil dünyada, bize tanınan şans bu kadar sınırlıyken bir şeyleri başarmak ne güzel… Elimizin hamuruyla başardıklarımız birilerinin dudaklarını uçuklatmaya yetip artsa da dile getirilmez çoğu yöremizde. Takdir edilmeden başarmaya alışmış bir kadın popülasyonu var bu ülkede. Biz alışığız.

     Tatmin duygusu, üretmektir aslında. Etobur ve otobur olmaktan öte, tükettiğinin yerine üretebilmeyi de beceren insanın yaşadığı mutluluktur o tatmin duygusu. Anahtar kelime, işe yaramak.
Kendilerinden bir seviye de olsa altta olduğumuza inanan herkese doğru, şen kahkahalar atıyorum. İsteseniz de istemeseniz de, siz kadar biliyoruz işimizi.

     Başarmaktan hoşlanan tüm dişilere sevgiler.

Sosyal İntihar

,
     Asosyal insanları oldum olası anlayamadım. Birkaç saatten fazla yalnız kaldığında sıkılan birinin, yalnız kalmaktan hoşlanan insanları anlaması mümkün değil zaten. Yaşarken ölmek gibi bir şey sanırım sosyal intihar.
Yakın arkadaşların, dostların varlığı ile çabucak geçen zor günlerin varlığı bilmek ne kadar da güzeldir. Yalnız insanlar, yalnız kalmayı tercih edenler zor anlarında kendileriyle mi konuşur? Tercihlerini yanlış kullanıyor birileri. Yalnız olmak ne saçma bir tercih.

     Bu duruma örnek olabilecek bir tanıdığım vardı. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde, çoğu kişinin imreneceği bir bölümün öğrencisiydi. Onca kalabalığın içinde, oldukça sosyal bir ortam olan üniversitede bile yalnızdı. Ne kendisiyle aynı dönem olan insanları tanırdı, ne de insanlar onu. Hayatının yakınına yaklaşan insanları birkaç saat içinde en yakın arkadaşı ilan ederdi. Herkes gibi ben de yadırgamıştım bir anda dost sıfatına sahip olmayı. O ve benzeri insanların ortak noktası da paylaşamama hissidir genellikle. Kimseyi dâhil edemedikleri hayatlarına, kazara birisi dâhil olursa vazgeçemezler bu yeni karakterden. Hal böyle olunca da gene yalnız kalırlar. İnsanın sosyal bir canlı olmasından sebep, tek arkadaş ile geçmeyecek kadar kısa ömür.

     Çevremdeki sosyofobikler er ya da geç hatalı olduklarını anladılar. Okulda her gün yüz yüze gelip çay aldıkları insana, sadece bir kez bile günaydın dememiş olanlardır onlar. Yılların üstüne ağızlarından çıkan “günaydın” sözcüğü de öyle havada kalır ki, anlatamam. Kimseyi umursamadan yaşayarak sevilmezler, sevilmek istediklerinde ise genellikle geç olmuştur.

     Unutmayın, televizyon sizinle kahve içip muhabbet edemez. Bilgisayar da zor günlerinizde sizinle ağlayıp destek olamaz. Ömür yalnız geçer mi?

Sığ Hayatlar

,
     Hayattaki en başarılı olduğu konu, “dedikodu yapmak” olan insanlar var. Kendilerini ilgilendirmeyen ve bilgi sahibi olmadıkları konularda söyleyecek bir şeyleri her zaman var. Varlıkları beni öyle yoruyor ki, tahmin edemezsiniz.

     Herkesin kendi kararları doğrultusunda yaşadığı bir hayatta, başkalarını yargılama hakkı kimseye ait olmamalı. Kimin yaptığının “doğru” olduğunu nereden biliyoruz ki? Bir de kabul ettiremedikleri doğrular için ortalığı ayağa kaldıranlar var ki, hiç sormayın.

     Farklı zamanlarda genç olmuş insanların, aynı şeyleri yaşaması mümkün mü? Tabii ki değil. Durmaksızın dönen dünyada aynı kalan tek şey, bazı insanların zihinleri oluyor. Hayır, kimse onların mutluluğu için mutsuz olmayacak. Bu konuda örnek verebilecek insanlar gördükçe sinirleniyorum.

     Magazin haberciliğini yakın çevrelerine indirger bu insanlar. Hayatları ve zihinleri o kadar sığ haldedir ki, yaptığı şeyi kendine iş edinir ve durmaksızın devam eder. Bir hobi edinmek, çalışmak, okumak ya da öğrenmekten daha kolay başkaları hakkında konuşmak. Tüketiciler sadece…

     Var olmanın anlamını anlatmak mümkün mü bu organizmalara? Anlayacak olsalar yaşadıkları dünyanın sadece tüketmezlerdi değil mi? Hayatın her anının “boş zaman” olması…

     Kim, nerede ve ne yapmış? Sana ne?

Bilemediğimiz İngilizce

,
“Anlıyorum ama konuşamıyorum” demeyen kişi sayısı milyonda bir olabilir. Herkes anlıyor ama kimse konuşamıyor.

Bölük pörçük eğitim veren sistemimizdeki sorunun farkındayız herhalde. Şimdilerde nasıl devam ediyor bilmiyorum, ancak benim zamanımda devlet okullarında ilkokul 4. sınıfta İngilizce eğitimi başlıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam iki sene boyunca aynı kitabın farklı kapaklı versiyonlarını okuduk. İlk sene de ilk derste “Merhaba” demeyi öğrendik, ikinci sene de... Öğrendiğimizin üstüne bir şey eklememize fırsat olmadan başa sardık. Ortaokulun ilk yılında da durum aynıydı. Yıllarca “Merhaba” dedik biz.

Devlete ait lise ve üniversitelerde de durum pek iç açıcı değil. Gayet güzel İngilizce eğitimi veren üniversitelerimiz de yok değil tabii. Öğrencisi olduğum üniversitenin ilk yılında ilk derste hangi kelimeyi öğrendik dersiniz? Merhaba! Eğitim sistemine yön verenler bizi tanışma özürlü mü sanıyorlardı acaba?

Öğrenciyken eksikliği pek fark edilmese de, iş arama sürecine geçince insan anlıyor ki “İngilizce ya bilinecek, ya bilinecek!” Tek kelime İngilizce gerektirmeyecek işlerde bile tercihen bu dili bilen kişiyi istiyorlar. Klişe olmuş gitmiş anlayacağınız.

Klişeler ülkesinde yaşıyoruz ne de olsa.

İlkokul Yılları

,
      Çocukluğunu 90’lı yılların başında yaşamış olanlar için çok özel günlerdi ilkokul yılları. Her şeyin kolayca elde edilebildiği yıllar değildi bizim çocukluğumuz.

      Serbest kıyafetle okula gidilen günün heyecanını kim unutabilir? Altı üstü saçma sapan bir pikniğe gitmek için günler öncesinden seçilirdi giyilecek kıyafet. Sürekli okul forması ile görülen arkadaşların kot pantolon ve farklı bluz ile görüldüğü an nasıl da şaşırtıcı olurdu. Okul arkadaşı, sadece okul üniforması giyen biriydi sanki.

      Kalemlerin, silgilerin ve defterlerin daha düz olduğu zamanlardı 90’ların ortaları. Üzerinde değişik figürlerin olduğu defterler ilgi çekerdi ve herkeste olmazdı. Çok renkli boya kalemleri ve hatta uçlu kalem bile mutlu ederdi bizi. Okul alışverişi için heyecanlanırdık.

      Ve karne günleri… Şimdiki gibi devletin verdiği şifreler ile notlara girilip bakılamıyordu önceden. Gelecek notları bildiğimiz halde, ilk kez karne üzerinde basılı olarak göreceğimiz için uyuyamazdık.

      Bahsettiğim heyecanlar herkes için çok geride kaldı. Artık çoğu okulun “serbest kıyafet günü” var. Süslü, kokulu ve değişik kırtasiye ürünleri herkesin alabileceği fiyatlar ile her yerde satılıyor. Karne heyecanı da yok, birkaç gün önce internete girip şifrenizi yazdığınızda notlar önünüze dökülüveriyor. Ne anladım ben?

      Çocukluğumuz güzelmiş…

Kesintisiz (!) İnternet

,
      Bu ülkede hepimiz bir şeylere para ödüyoruz ve karşılığında da hiçbir şey alıyoruz. İnternet hizmeti ise bunlardan sadece ve sadece bir tanesi...

      İşlerini internet üzerinden halleden biri olarak, bu teknolojinin hayatımdaki yeri, birçok insandakinden daha büyük. İnternete bağlı olmadığımı anlatan ikonu gördüğümde sinirim bozuluyor artık, o derece.

      Hizmet sağlayıcısı ise bu ülkenin her yanındakiler gibi umursamaz. Telefon edildiğinde problemin kaynağının hangi taraf olduğu anlaşılmıyor. Burnundan kıl aldırmıyor adamlar! “Eh n’apalım, bir alt pakete düşürelim sizi” diyorlar. Aylardır ödediğim paranın karşılığını alabileceğim altyapı oturduğum sokakta yokmuş. Peki ya en başında neden sattınız bunu bana?

      İtiraz etsem diyorum. Olmayan altyapı üzerinden satış yapıp aldıkları paraları geri istesem diyorum içimden. Kimi kime şikâyet edeceğim ki? Problemimi anlatırken bile umursamayan bir şirket, şikâyet talebimi ne denli ciddiye alır? Almaz, biliyorum.

      Biz, bu ülkenin halkı olarak bunları hak ediyor muyuz? Çalışıyoruz ama maaş alamıyoruz, para ödüyoruz ama hizmet alamıyoruz. Haksızlıkların içinde, ortasında yaşayarak alışıp sürü psikolojisi ile uyum sağlıyoruz sanırım.

      İnternet sağlayıcımızı, telefon şirketimizi ve daha nice hizmet aldığımız yeri değiştirmek mi çözüm? Değiştirip yeni bir şirket ile çalışmak çözüm olsa neyse de, biliyoruz ki hepsi aynı umursamaz tavırdalar.

      Eski tas eski hamam diyarı burası.

1 Mayıs 2012 Salı

Eski İstanbul

,
Eski fotoğraflara baktığımda, şimdilerde yüksek binalar ile çevrili arazilerin boşluğunu çok yadırgıyorum. Sürekli kalabalıklaşan bu şehrin yüzü her yıl değişiyor.

Şimdilerde denizin yanından geçmek istemediğimiz semtlerde, eskiden yazlıklar varmış. Koşarak kaçtığımız İstanbul’un farklı semtlerinde yazlık ve kışlık evlerde geçermiş hayatlar. Şehir büyüdükçe ve yakın şehirlerle sınırlar birleştikçe kirlenmiş. Kirlendikçe de büyümüş. Hava ve gürültü kirliliğinden kaçıyoruz. Tatil yapmak için kısa süreli göçler yaşıyoruz.

Kuralları da değişmiş İstanbul’un. Yalnız yürünemeyecek saatler var artık. İnsanların başına bir iş geldiğinde, olana üzülmek yerine “Ne işi vardı orada o saatte?” diyerek yargılama yapılıyor.

Eski zamanı anlatan romanlarda ve resimlerde görülen şehir İstanbul değil sanki. Bilenler bilir, Kadıköy’de bir Bahariye Caddesi vardır. Annemin gençlik fotoğraflarında burayı ilk gördüğümde tanıyamamıştım. Sağı ve solu boş olan o büyük yokuşta şu an adım atmaya yer yok. Bunu gibi kim bilir kaç örnek…

Ve deniz… İstanbul halkının içini acıtan en önemli unsurdur kirli deniz. Pek güzel sayfiye yerleri olan Prens Adalarında da denize girilemiyor artık. İnsanlar yerine kirliliğin ürettiği deniz anaları keyif yapmakta. Kendi kendimize kirletip tükettik.

Sokakları denize çıkan semtlerin naif taraflarını özlemekteyiz.
 

Kağıttan Bardak Copyright © 2011 | Template design by O Pregador | Powered by Blogger Templates